Türkiye’nin demokratik gelişiminde en temel sorunlardan biri, siyasi partiler sisteminin yapısal olarak katılımcılığı teşvik etmekten uzak bir zeminde inşa edilmiş olmasıdır. Özellikle Siyasi Partiler Kanunu’nun güncellikten uzak, merkeziyetçi bir anlayışla sürdürülüyor olması, hem parti içi demokrasinin hem de genel anlamda toplumsal çeşitliliğin önünde ciddi bir engel teşkil etmektedir. Bu durum yalnızca siyasetin işleyişine değil, uzun vadede toplumsal ahlak, eleştirel düşünme kültürü ve farklılıklarla birlikte yaşama pratiğine de zarar vermektedir.
Gelişmiş demokrasilerde siyasi partiler, tabana dayalı, katılımcı bir yapıyla yönetilmektedir. Parti delegeleri üyeler tarafından doğrudan seçilir; karar alma mekanizmalarında çok seslilik ve çoğulculuk esas alınır. Oysa Türkiye’deki uygulama, teorik düzeyde katılımcı gibi görünse de pratikte büyük ölçüde merkezîleşmiş ve kişiselleşmiş bir yapıdadır. Partilerin genel başkanları, adeta birer “siyasi lider” değil, “parti içi mutlak otorite” gibi hareket edebilmekte; delegasyon sistemi ise bu gücü pekiştirecek biçimde şekillendirilmektedir.
Bu durum, hem partiler içinde sağlıklı bir denetim mekanizmasının oluşmasını engellemekte hem de farklı görüşlerin parti politikalarına yansımasını neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Alternatif fikirlerin bastırıldığı, itaatin ödüllendirildiği bir ortamda, yaratıcı çözümler üretmek ve halkın gerçek sorunlarına duyarlı politikalar geliştirmek neredeyse olanaksız hale gelmektedir.
Siyasi yapının tek tipleşmeyi teşvik eden bu niteliği, yalnızca parti içi işleyişle sınırlı kalmamaktadır. Cumhuriyetin erken dönemlerinden itibaren eğitim sisteminin de belirli ideolojik çerçeveler doğrultusunda “tek tip insan” yetiştirmeyi amaçladığı bir gerçektir. Her dönem, kendi dünya görüşüne uygun bir birey modeli tanımlamış ve eğitim politikalarını bu modele göre şekillendirmiştir. Bu yaklaşım, eleştirel düşünme yetisinin törpülenmesine, bireyin sorgulama kapasitesinin zayıflamasına ve otoriteye karşı reflekslerinin körelmesine neden olmuştur.
Toplumun bu biçimde şekillendirilmesi, zamanla dogmatik yaklaşımların güç kazanmasına, yanlışlara karşı hoşgörülü olunmasına ve kolektif bir ahlaki erozyonun ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Farklı düşünen bireylerin dışlandığı ya da susturulduğu bir ortamda, toplumsal barış ve üretkenlik de ciddi zararlar görmektedir.
Türkiye’nin sürdürülebilir ve kapsayıcı bir demokrasiye ulaşabilmesi için, her şeyden önce siyasi partiler yasasının yeniden yapılandırılması gerekmektedir. Parti içi demokrasiyi önceleyen, lider sultasını sınırlayan, delegasyon süreçlerini şeffaflaştıran ve tabanı güçlendiren bir sistem elzemdir. Ayrıca eğitim sisteminde de bireysel düşünmeyi, sorgulamayı ve çoğulculuğu esas alan köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç vardır.
Bu reformlar yalnızca siyasi yapının sağlıklı işlemesini değil, aynı zamanda toplumun ahlaki dokusunun yeniden inşasını da mümkün kılacaktır. Çünkü siyasal sistemin niteliği, doğrudan toplumun düşünme biçimlerini, değer yargılarını ve sosyal davranış kalıplarını etkilemektedir.
Türkiye’nin içine sıkıştığı bu yapısal sorunlardan çıkış, ancak yeni bir toplumsal sözleşme ile mümkün olabilir. Bu sözleşme; siyaseti halk için yapan, farklı sesleri tehdit değil zenginlik olarak gören ve bireyin hür iradesine saygı duyan bir anlayışı temel almalıdır. Aksi halde, ne siyasette ne de toplumda gerçek bir dönüşüm beklenemez.
Kuşkusuz bu kolay bir süreç olmayacaktır. Ancak siyasal ve toplumsal çöküşlerin en tehlikelisi, halkın yanlışlara alışması ve sorgulamaktan vazgeçmesidir. Bugün en çok ihtiyaç duyduğumuz şey; eleştirel aklın, ahlaki sorumluluğun ve demokratik katılımın yeniden inşasıdır.