Sanki her şeyin ortasında duran görünmez bir el, bizi fark ettirmeden başka bir dünyaya çekiyor.
Son zamanlarda günden güne artan ayrılıklar, çatırdayan ve pamuk ipliğine dönüşen ilişkiler, değişen duygular, sessiz ama derinden büyüyen huzursuzluklar tek bir gerçeği fısıldıyor:
Sosyal medya dediğimiz o mecra, bizi sosyalleştirme iddiasıyla aslında yavaş yavaş asosyalliğin merkezine mi itiyor?!
Ki maalesef bana göre gerçek tam da bu yönde.
“Gör beni! Duy beni!” çığlıkları atarken bile aslında en çok kendimizi kaybediyoruz.
Gösterdiğimizi sandığımız şeylerde, iyi okuyanlar ve iyi analiz edenler için öyle derin duygu anlatımları var ki…
“Ah, ne çok yalnızmışız meğer…”
Ya da…
“Ne kadar da çok görülmemişiz zamanında…”
Zaman!
En verimli hazinemiz olan, bir türlü yetişemediğimiz o zaman…
Şimdilerde mavi ekranların ışığı altında tükenirken ve tüketirken, elimizdeki telefon dediğimiz o oyuncak bizi bizden çalan bir unsura dönüşüyor.
Telefonların bu denli hayatımızda rol almadığı, konuşmadığı, sessizliğin bile huzur sayıldığı yıllar vardı oysa…
Her evin kendine özgü bir ruhu, her sohbetin kendine has bir sıcaklığı olan o yıllar…
İnsanın değerli addedildiği, insanın insan gördüğü, dinlediği, anlam verdiği ve dokunduğu; dokunmanın ise duygusal anlamda bir “his” sayıldığı o gerçek dönemler…
Bugün ise o mavi ışığın etkisine girdiğimiz, yapmasak da “miş gibi” yaptığımız; istemeye istemeye teslim olduğumuz tek gerçeği yaşıyoruz.
Karşılaştırmalar…
“Onda var, bende yok”ların içimizi kemirdiği görünmez yaralar…
Değişen bakışlar, değişen duygular ve akabinde değişen insanlar…
Farkında mıyız?
Artık çoğu duygu ekranlardan yönetilir oldu.
Elbette ve illaki bu dünyanın faydası da var.
Ama zararının faydasından daha ağır bastığı bir çağda olduğumuz ve bunu kabul etmemenin kendimizi kandırmak olacağının bilincindeyiz.
Şimdi şöyle bir geçmişe dönelim…
Sosyal medyanın bu denli “sosyal” olmadığı o yıllara…
Ellerin ve başların telefona değil; başka bir ele, başka bir gönle uzandığı o güzelim zamanlara…
Gönülden gönüle kurulmuş gerçek bağlara, köprülere; çay sohbetlerinin, yüz yüze gülüşlerin değer gördüğü o günlere…
Birbirini ezmek, üzmek ya da tabiri caizse “gömmek” yerine gerçekten değer vermek olan o nadide günlere…
İnsanoğlu denen varlığın bu kadar çamurlaşmadığı, çirkinleşmediği ve çirkefleşmediği; çirkinliğin bu denli normalleşmediği, “ben” değil “biz” olmanın kıymet taşıdığı yıllara…
Farkında mıyız? Kazandığımızı zannederken ne de çok şey kaybettiğimizin…
Modernleşme adı altında gittikçe yalnızlaştığımızın, bencilleştiğimizin; kültürümüzden, kişiliğimizden, kimliğimizden ve insanlığımızdan nasıl da uzaklaştığımızın…
Bugün “ilerlemek” sandığımız birçok şey, belki de içten içe bir çürüme, bir yok oluş. İlerledikçe mi büyüyoruz, yoksa ilerledikçe mi çürüyüp yok oluyoruz?
Düşünmeden, hissetmeden, duymadan, dokunmadan yaşar hâle geliyoruz.
Oysa görmeyen, duymadan dokunarak hissedebilirdi değil mi?!
Birbirimize kablolarla bağlandığımızı zannederken, aslında en çok kendimizden koptuğumuzu fark ediyoruz.
Evet…
Kopuyoruz!
Ve koparak devam ediyoruz.
Ama nereye?!
Ve böylece duygu, düşünce ve kimlik yitimi arasında yaşamaya devam ediyoruz.
Birbirimize bağlandığımızı sanarken, belki de en çok biz bizden uzaklaşıyoruz.
Belki de artık kendimize şu soruyu sormalıyız:
Bu ekran denen şey bizi gerçekten birbirimize mi yakınlaştırıyor; yoksa her bağlantıda biz olmaktan biraz daha mı uzaklaştırıyor?
Kaybettiklerimizi, kaybedişlerimizi fark ettiğimiz an, farkındalık gelişir ve dönüş yolculuğu burada başlar.
Ve belki de şimdi, tam bu anda, o yolculuğun eşiğindeyiz.
Peki, şimdi de soru şu:
“Bu gidiş nereye?!”