Gazze, Suriye, Lübnan gibi ülkelerde yaşanan trajediler; sadece siyasi değil, aynı zamanda insani ve ahlaki bir krizin de habercisidir. Bu kaotik manzara, İslam dünyasının artık kendi içinde bir barış ve güvenlik mimarisi kurmasını zaruri hale getirmiştir. Küresel güçlerin müdahaleleriyle derinleşen istikrarsızlık ortamı, İslam ülkeleri için kendi askeri ve diplomatik kapasitesini birleştirme gereğini açıkça ortaya koymaktadır.
Batı dünyasının Ortadoğu politikaları, uzun yıllardır çıkar merkezli bir anlayışla şekillenmekte; demokrasi, insan hakları ve barış söylemleri çoğunlukla çifte standartlı bir pratiğe dönüşmektedir. Özellikle Ukrayna krizi gibi örneklerde gösterilen dayanışma, aynı duyarlılığın Filistin ya da Suriye için sergilenmemesiyle ciddi bir ahlaki tutarsızlık doğurmaktadır. Bölgeyi istikrarsızlaştıran DEAŞ, PKK gibi örgütlerin sahaya sürülmesi, bu müdahale biçiminin araçsallaşmış halidir. Böylece bir yandan güvenlik boşluğu yaratılmış, diğer yandan ise yeraltı zenginlikleri kontrol altına alınmıştır.
Suriye özelinde Rusya ve İran’ın yürüttüğü vekalet savaşı politikaları da bu denklemde farklı sonuçlar doğurmamıştır. İran’ın ideolojik temelli dış politika tercihleri, zamanla bölgedeki mezhepsel gerilimleri artırmış; Rusya’nın stratejik çıkarlar doğrultusunda pozisyon alması ise İran’ı kritik anlarda yalnız bırakmıştır. Bugün İran’ın kendi güvenliğini sağlamakta zorlandığı durumlar, bu kırılgan ittifakların uzun vadede sürdürülebilir olmadığını göstermektedir.
Bu tabloda asıl eksik olan, İslam dünyasının kendi inisiyatifiyle şekillendireceği, bağımsız ve kapsayıcı bir barış gücüdür. Ortadoğu’nun kaderini belirleyen dış aktörlere bağımlı bir yapıdan kurtulmak için bölgesel iş birliği modelleri oluşturulmalı; ortak güvenlik anlayışı çerçevesinde askeri, siyasi ve insani kapasiteler birleştirilmelidir.
Türkiye, tarihî, coğrafi ve diplomatik avantajları ile İslam dünyasında barış ve istikrar adına öncü rol üstlenebilecek ülkelerin başında gelmektedir. Özellikle son yıllarda yürüttüğü insani diplomasi, Gazze ve Suriye krizlerinde gösterdiği kararlı tutum, Türkiye’yi bu süreçte güven veren ve etkili bir aktör haline getirmiştir.
Rahmetli Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın hayalini kurduğu D-8 yapılanması bu noktada yeniden ele alınmalı ve genişletilerek daha kapsayıcı bir barış inisiyatifine dönüştürülmelidir. İslam Konferansı Örgütü bünyesinde veya ona paralel biçimde kurulabilecek bir “İslam Barış Gücü”, sadece kriz anlarında değil, uzun vadeli barış inşası süreçlerinde de etkin olabilir.
İslam dünyasının karşı karşıya olduğu sorunlar yapısal, çok katmanlı ve tarihsel arka planı olan meselelerdir. Ancak bu sorunların çözümünü dış aktörlerden beklemek, bugüne kadar olduğu gibi gelecekte de hayal kırıklığı yaratacaktır. Mezhepsel, etnik veya siyasi ayrılıkları bir kenara bırakarak, insani değerler ve ortak çıkarlar doğrultusunda hareket eden bir İslam birliği mümkündür.
Bölgenin kültürel ve sosyolojik zenginlikleri; küresel rekabetin, sömürünün ve vekalet savaşlarının gölgesinde yok olmaktadır. Buna karşı en büyük cevap, İslam ülkelerinin kendi iradeleriyle kuracağı güçlü bir dayanışma sistemi olacaktır. Artık kendi göbeğimizi kendimiz kesmeli, barışı dışarıdan değil içeriden inşa etmeliyiz.
Dünya, yeni bir liderlik anlayışına, vicdani bir yönetişim modeline ve sahici bir barış umuduna ihtiyaç duymaktadır. Bu sorumluluğu en çok taşıması gerekenler ise, tarih boyunca medeniyetler inşa etmiş İslam ülkeleridir.
İslam Dünyası bu sorumluluğu üstlenmeli, yıkıldığı yerden kalkarak adaletin, huzurun ve merhametin sesi olmalıdır.